gazel-i garrâ, beyt-i garrâ, garrâ gazel, matla-ı garrâ
* Sözlüklerde “parlak”, “güzel” gibi anlamları olan, tezkirelerde çok anlamlı, farklı kafiye ve vezinlerin kullanıldığı beyitler/şiirler için kullanılan terim.
Kelime Arapça bir sıfattır. Sözlükler kelimenin ilk anlamı olarak “parlak, ışıltılı, gösterişli” (Redhouse, 1987, s. 667) anlamı vermişlerdir. Bununla birlikte sözlükler, kelimenin beyazlık anlamıyla ilişkili olarak “Medîne-i Münevvere” (Doktor Hüseyin Remzi, 1305, cilt 2, s. 8), “güzel” (Muallim Naci, 1308, s. 548) ve “alnında beyaz bir lekesi, akıtması olan (at ve saire)” (Devellioğlu, 2010, s. 251), “beyaz olup uzaktan parlayan şey” (Toven, 1927, s. 492) anlamlarını da işaretlemişlerdir.
Şemseddin Sâmî, kelimeye “parlak, münevver, lâmia, şaşalı” anlamlarını verdikten sonra kelimeyi “şeriat-ı garrâ” ve ”tuğra-yı garrâ” tamlamalarının yanı sıra “kaside-i garrâ” tamlamasıyla da örneklemiştir (Şemseddin Sami 1318, s. 963).
Tietze, “parlak, göz kamaştırıcı, çok güzel” anlamına gelen ğarra kelimesi ile, alnında beyaz lekesi olan (at) anlamına gelen, ağarr sıfatının müennesi olan ğarrâ kelimelerini ayırmıştır (Tietze, 2016, cilt 3, s. 216).
Bir mısra, beyit ya da gazel /kasidede çok anlamlılık, farklı kafiyeler kullanma ve çok vezinlilik. Cinaslı kafiye ile yazılmış mısra, beyit ya da şiirler.
Yusuf Çetindağ eleştiri terimleri açısından Herat ve Anadolu sahası tezkirelerini mukayese ettiği çalışmasında garrâ terimini ilk defa Devletşâh’ın kullandığını söyler (2002b, s. 125). Terimin Devletşâh Tezkiresi’ndeki kullanımını araştırmacı sıfat olarak değerlendirmekle birlikte şöyle izah eder (Çetindağ, 2002a, s. 191):
“…Devletşâh on yerde, Nevâî iki yerde kullanır. Anadolu’ya ise Sehî Bey’le taşınır. Osmân-ı Muhtârî, Cevher-i Zerger, Kemâleddin İsmâil, Fahreddînü’l-Benâketî, Hâcû-yı Kirmânî, Lutfullâh-ı Nişâbûrî, Bedahşî ve Yûsuf-ı Emîrî vb. şâirlerin kasideleri garrâ sıfatı ile değerlendirilmiştir.”
Terim, Latîfî Tezkiresi’nde Kara Fazlî maddesinde açıkça tanımlanmıştır: “Hazret-i Hakkun inâyet-i fazlıdur ki zü’l-vecheyn ü zü’l-bahreyn zü’l-kâfiyeteyn garrâ gazeller ve gârib beytler ve ʿacîb sanʿatlar itmişdür. Bu gazel dahî garrâ vâkiʿ olmışdur anun eşʿârındandur.” (Canım, 2000, s. 414). Kara Fazlî’nin örnek verilen şiirleri tanıma uygundur (Örnek 1).
Latîfî dışında terim tanımı yapan tezkireci yoktur. Tezkirelerdeki genel kullanımı örneklenecek şiiri nitelemek içindir. Latîfî, Kâmî-i Karamânî’den (d. ?/? - ö. 952/1545-46) söz ederken “Bu bir ḳaç ebyât-ı ġarrâ evṣâf-ı Züleyḫâda ḫûb vâḳiʿ olmışdur.” (Canım, 2000, s. 439) şeklinde, “zül-kâfiyeteyn” yani düzenli olarak iç kafiyelerin de kullanıldığı Yûsuf u Züleyḫâ’daki beyitler için kullanılmış ve bu kullanım “hûb” bulunmuştur (Örnek 2).
Âşık Çelebi’nin Gubârî (d. ?/? - ö. 974/1566) maddesinde örneklediği şiir, son beytinden anlaşıldığı üzere bir “şiir-i garrâ”dır (Kılıç, 2018, s. 681). Âşık Çelebi gazelin bu niteliğine işaret etmeden şâiri tarafından nazire istenen ama hiçbir naziresi zemin şiire yaklaşamayan bir şiir olarak örnekler (Kılıç, 2018, s. 681). Gubârî’nin şiiri iç kafiyeler içermesi bakımından garrâ olarak nitelendirilmiş ve bizzat şâir tarafından da garrâ olarak tanımlanmıştır (Örnek 3).
Kınalızâde Hasan Çelebi, Âgehî (d. ?/? - ö. 985/1577) maddesinde, “Bir gemici cevâna ‘âşık u şeydâ ve bahr-i mahabbet hevâsıyla âşinâ oldukda ol tâ’ifenün ıstılâhı üzre bu kasîde-i garrâyı diyüp meşhûr-ı cihân ve makbûl-i erbâb-ı fazl u ‘irfân olmışdur.” diyerek (Sungurhan, 2017, s. 197) şâirin garrâ kasidesinden bir beyit verir (Örnek 4).
Ahdî, Usûlî (d. ?/? - ö. 945/1538) maddesinde, şaire ait bir beyti garrâ olarak anar (Solmaz, 2018, s. 103) ve beyti nakleder (Örnek 5).
Terim az da olsa divanlarda da geçmektedir. Bâkî, II. Murad’ın cülûsu sebebiyle kaleme aldığı terci-i bendin ikinci bendinde garrâ matla terimini vasıta beytine işaret etmek için kullanmıştır (Küçük, 1994, s. 63). Beyitte iki mısra arasında sıralı dizgide mısra içi kafiyeler dikkat çekmektedir. Terimin geçtiği beyit sonrası gelen bu beyit (Tb.3, B.II, b. 8), bu yüzden garrâ olarak nitelenmiştir (Küçük, 1994, s. 63-64). Yine Bâkî divanındaki “semt semt” redifli gazelin son beytinde de şiirin “garrâ” olduğu söylenmiştir. Bu gazelde de iç kafiyeler dikkati çekmektedir (Küçük, 1994, s. 82-83).
Terimin kullanıldığı son örnek, Bâb-ı Âlî Kapudanbaşı Yenişehirli Hacı Şerîf Ağa’nın oğlu Hacı Mahmûd Râtib Bey’in (ö. 24 Şaban 1317 / 28 Aralık 1899), “Kasîde-i Garrâ-yı İnek” isimli kasidesi olarak tespit edilmiştir (Cevher, 2015, s. 1-10).
Tezkirelerde bir niteleme sıfatı olarak terim değeri kazanan “garrâ” kelimesinin nitelendirdiği şiir örnekleri çok vezinli, çok kafiyeli ya da çok vezinli örneklerdir. Sözlüklerde kelimenin terim anlamı işaretlenmemiştir. Kelimeyi terim olarak tanımlayan Latîfî’dir. Bununla birlikte Herat ve Anadolu tezkirelerinde yapılan taramadan tezkirecilerin bu terimi bildikleri ve örnek şiirleri nitelemek için kullandıkları anlaşılmaktadır. “Garrâ” metinler, kelimenin birincil anlamıyla parlak, öne çıkan şiirler değillerdir. Kelimenin terim olarak kullanılması için mısra, beyit, gazel, kaside gibi isimlerle tamlamaya girmesi gerekmektedir. Kelimenin zülüf, sîne, göğüs vb. sevgiliye ait güzellik unsurlarının tamlayıcısı olduğu durumlarda terim anlamı aranmamalıdır.
Kelime, terim anlamıyla Herat bölgesi tezkirelerinden Devletşâh Tezkiresi’nde 10, Mecâlisü’n-Nefâis’te 2; Anadolu sahası tezkirelerinde ise Sehî’de 33, Latîfî’de 21, Âşık Çelebi’de 4, Kınalızade’de 15, Beyânî’de 6, Ahdî’de 10, Âlî’de 7 defa kullanılmaktadır.
Örnek 1:
Hazret-i Hakkuñ ʿinâyet-i fazlıdur ki zü’l-vecheyn ü zü’l-bahreyn zü’l-kâfiyeteyn garrâ gazeller ve gârib beytler ve ʿacîb sanʿatlar itmişdür. Bu gazel dahi garrâ vâkiʿ olmışdur anun eşʿârındandur:
ʿÂşık dil ü cân salmak cânâ neden cânâneye
Yakmaġa şemʿa bâl ü per pervâneden pervâneye
Mecnûnlarına zülfüñi ol leylî zencîr eylese
Ey dil ser-i mû degmeye dîvâneden dîvâneye
Zencîr-i zülfüñ Fazlîye Mecnûndan irdi yâdigâr
Bu silsile degmiş dürür dîvâneden dîvâneye (Canım, 2000, s. 414).
Örnek 2:
Gül-i ʿanber-nesîm-i gülbün-i nâz
Nihâl-i gülsitân-ı nâz u agrâz
Ayaġı tozı tâc-ı fark-ı şâhân
Saçınuñ küfri dîn-i ehl-i îmân
Mücessed nûr ol nûr-ı İlâhî
Özi esnâm-ı Çînüñ secdegâhı
İki garrâ hilâli ʿanber-âgîn
Elifdür mâh içinde medd-i sîmîn
Kamer-âsâ yüzinde câ-be-câ hâl
Kamer ʿaşkında geymişdür kara şâl (Canım, 2000, s. 439).
Örnek 3:
Evvel defʿa hacca teveccüh itmedin bu gazeli diyüp şuʿarâdan nazîre iltimâs eylemişdür. Ve nazîre diyen şâʿire çok vaʿde itmişdür. Çok kimesne nazîre dimişdür ammâ münâsebeti yokdur. İnsâf budur ki hemvârdur. Gazel:
Nakş iden Hakkı hilâli tâk-ı mînâ üstine
Görmedüm ebrû ben ol ebrû-yı garrâ üstine
Yâ kaşuñ râdur kamer altında ey mâhum benüm
Nûndur yâhud yazılmış nûr-ı zîbâ üstine
Kâtib-i Kudret kitâb-ı hüsnüñ içre kaşuñı
Rây-ı garrâdur ki yazmış ʿayn-ı raʿnâ üstine
Şol hilâl ebrûlaruñ üzre perîşân beñlerüñ
Noktalardur fi’l-mesel sâ-yı süreyyâ üstine
Ey Gubârî yâ kaşını zülfi ilüp çekmesün
Kimse toz konduramaz ʿâlemde ol yâ üstine
Bu kadar fakr u felâketle bir altun vireyin
Kim nazîre dir ise bu şiʿr-i garrâ üstine (Kılıç, 2018, s. 681).
Örnek 4:
“Bir gemici cevâna ʿâşık u şeydâ ve bahr-i mahabbet hevâsıyla âşinâ oldukda ol tâ’ifenün ıstılâhı üzre bu kasîde-i garrâyı diyüp meşhûr-ı cihân ve makbûl-i erbâb-ı fazl u ʿirfân olmışdur:
Çekdürüp firkateni oldun alarka benden
Bahr-i firkatde niçe fırtınalar çekdüm ben (Sungurhan, 2017, s. 197-198).
Örnek 5:
Ey Usûlî çün bilürsün bu yalandur o yalan
Bu yalancı dünyede sen de bir (i)ki gün oyalan (Solmaz, 2018, s. 103).
Canım, R. (hzl.) (2000). Latîfî Tezkiretü'ş-Şu'arâ ve Tabsıratü'n-Nuzamâ (İnceleme-metin). Ankara: AKM Yayınları.
Cevher, M. H. (2015). Bir Muzıka-ı Humâyûn Onbaşısı Flavtacı Hacı Mahmûd Râtib Bey ve meşhûr kasîdesi. EÜ Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı Dergisi, 7, 1-10.
Çetindağ, Y. (2002a). Şiir eleştirisi açısından Devletşâh Tezkiresi. Akademik Araştırmalar Dergisi, 4(14), 187-200.
Çetindağ, Y. (2002b). Eleştiri terimleri açısından Herat mektebi tezkirelerinin Anadolu tezkirelerine tesiri. Bilig, 22, 109-132.
Devellioğlu, F. (2010). Osmanlıca-Türkçe ansiklopedik lügat. Ankara: Aydın Kitabevi.
Doktor Hüseyin Remzî (1305). Lugat-ı Remzî 1-2. İstanbul.
İsen, M. (hzl.) (1998). Sehî Bey, Heşt-Behişt. Ankara: Akçağ Yayınları.
İsen, M. (hzl.) (1994). Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Ankara: AKM Yayınları.
Eraslan, K. (hzl.) (2001). Alî-Şîr Nevâyî Mecâlisü’n-nefâyis I (Giriş ve Metin) - II (Çeviri ve Notlar). Ankara: TDK Yayınları: 788.
Kılıç, F. (hzl.) (2018). Âşık Çelebi Meşâʿirü’ş-Şuʿarâ. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Erişim adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-210485/asik-celebi-mesairus-suara.html.
Kutluk, İ. (hzl.) (1989). Kınalı-zâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuarâ 1-2. Ankara: TTK Yayınları.
Kutluk, İ. (hzl.) (1997). Beyâni, Tezkiretü’ş-Şuarâ. Ankara: TTK Yayınları.
Küçük, S. (1994). Baki Divanı. Ankara: TDK Yayınları.
Muallim Nâcî (1308). Lugat-ı Nâcî. İstanbul.
Redhouse, J. W. (1987). A Turkish and English lexicon: Shewing in English the significations of the Turkish terms. İstanbul: Çağrı Yayınları.
Solmaz, S. (hzl.) (2005). Ahdî ve Gülşen-i Şu'arâsı: İnceleme, metin. Ankara: AKM Yayınları.
Sungurhan, A. (hzl.) (2017). Kınalızâde Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-Şuarâ. Ankara:T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Erişim adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-194494/kinalizade-hasan-celebi-tezkiretus-s-uara.html.
Şemseddin Sâmî (1318). Kâmûs-ı Türkî. İstanbul.
Tietze, A. (2016). Tarihî ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugati. C. III. Ankara: TÜBA.
Toven, M. B. (1927). Yeni Türkçe Lugat. 2. Baskı. İstanbul.
Ulus, H. F. (2021). Kur’ân’da ġurūr kelimesi ve “ġ-r-r” Kökünün geçtiği ayetler üzerine bir inceleme. Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi, 12(2), 407-429, https://doi.org/10.51605/mesned.894589.